| 
               PSIDIA BÖLGESİ 
              Antik Pisidia bölgesi Anadolu’nun güneyinde, Göller Yöresi’nde yer alır. Bölge,   güneybatıda Lykia, güneyde Pamphylia, doğuda İsaura, kuzeyde ise Frigya ile   çevrilidir.  
                
              Tauros (Toros) Dağları'nın yüksek kitleleriyle kaplı olan bölgenin   ortalama rakımı 1000 metreden fazladır. Genelde etrafı tepelerle çevrili   düzlüklerde ya da kalker yükseltilerde yer alan göller (Eğridir, Beyşehir,   Kovada, Burdur, Suğla, Ketsel, vb…) iklimini önemli ölçüde etkilemiş, bölgede   zengin bir bitki örtüsü görülmesine sebep olmuştur...  
              Pisidia bölgesinin sınırları günümüzde tam olarak bilinmemektedir.   Genelde antik bölgelerin kesin sınırları olmadığı, genelde bölgeler arasındaki   kesimlerin gerek coğrafi, gerek etnik açıdan bir geçiş alanı niteliği taşıdığı   söylenebilir. Fakat bunun yanı sıra Pisidia'nın şehirlerinin tam bir listesi de   elimizde bulunmamaktadır. Çeşitli antik yazarlar tarafından verilen şehir   listelerinde eksikliklere ya da çelişkilere rastlanabilmektedir.  
              Strabon, Hellenistik devir yazarlarından Artemidoros'un Selge,   Sagalassos, Pednelissos, Adada, Tymbriada, Kremna, Pityassos, Amblada, Anabura,   Sinda, Arrassos (Ariassos), Tarbassos ve Termessos'tan oluşan şehir listesini   vermesinin yanı sıra Antiokheia kentinden Pisidia Antiokheia'sı olarak bahseder.  
              Zengin bitki örtüsü ve elverişli iklimi nedeniyle bölge çok eski   çağlardan beri yerleşim görmüştür. Bölgedeki en eski yerleşim izleri alt sınırı   M.Ö. 35000 yılına kadar giden Üst Paleolitik evreye aittir. Bölgede sıklıkla   rastlanan mağaralar da Paleolitik yerleşmelerinin gelişmesinde faydalı olmuştur.   Bu buluntulara Isparta yöresindeki Senirce-Bozanönü doğal kaya sığınaklarından   Kapalıin Mağarası'nda rastlanmıştır.  
              Anadolu'da yaklaşık 12000-9000 yılları arasına tarihlendirilen   Mezolitik Devir'e ait bölgedeki en önemli yerleşmelerden biri olan Baradız,   Burdur gölünün kuzey-doğusunda yer alır. Bu devrin karakteristik özelliği olan   mikrolit denilen minik taş aletlerin bölgede rastlanan örnekleri Anadolu   Mezolitiği'ni yansıtan en önemli örneklerdendir.  
              Bölgedeki bilinen Kalkolitik ve Neolitik çağ yerleşmeleri;   Hacılar, Kuruçay, Suberde, Erbaba, Kızılkaya, Çığırtkankaya, Dereköy, Yeniköy   Höyük, Çukurkent, Beyşehir Höyük, Yılan Höyük, Alan Höyük, Kaşaklı Höyük,   Seydişehir Höyük, Kanal Höyük, Eflatun Pınar, Toprak Tol, Burun Höyük'tür.  
              Hattuşaş'tan çıkarılan tabletlerde Arzava ülkeleri olarak adı   geçen yerin Pisidia ve Pamphilia bölgelerini kapsadığı düşünülmektedir.   Arzavalılar'ın XVII. yüzyıldan başlayarak Hitit İmparatorluğu'nun yıkıldığı XII.   yüzyıl başlarına kadar bu büyük güce karşı koyabilmiş olmaları, tarih boyunca   arazisinin sarp yapısından dolayı kolayca istila edilememiş olan Pisidia   bölgesinde yaşadıklarından olsa gerektir. Bu bölgenin yapısı itibariyle ancak   çete muharebeleri etkili oluyor, büyük ordular ve savaş arabaları engebeli arazi   karşısında çaresiz kalıyordu. Arzavalılar çok büyük yenilgilerden sonra bile bir   kaç yıl içinde toparlanıp Hititler'in başını ağrıtmaya devam ediyordu.  
              Tabletlerde adının bazen şehir, bazen ülke bazen de Arzava   ülkeleri olarak geçmesinin nedeni Arzawa ülkeleri olarak adlandırılan   konfederasyonda Arzava adında bir krallığın yer almasıdır. Konfederasyonu   oluşturan diğer ülkeler ise Hapalla, Mira ve Kuvaliya, Seha Nehri Ülkesi ve   Appavia, Viluşa, Zipaşla ve Hariati dağlık ülkeleridir. Hitit metinlerinde bu   ülkelerin hepsinin kralları Arzava Kralı olarak anılır. Hitit arşivlerinde   İmparatorluğun kuruluşundan itibaren Arzava'nın Hititler'e karşı düşmanca bir   siyaset izlediği anlatılmaktadır. 1550-1530 yılları arasında hüküm sürmüş olan   Ammunaş'ın Arzava ülkelerinde başlayan isyanı bastıramadığı için bir cinayete   kurban gittiği bilinmektedir.  
              Yeni Hitit Devleti zamanında da (1440-1190) Arzava isyanları devam   etti. Anadolu'da birliği sağlamak için bir çok savaş yapan kral III.   Tuthaliaş'ın 1440-1380 yılları arasındaki saltanının son döneminde bağımsızlığın   kazanan Arzava, Hitit topraklarındaki Tuwanuwa'ya (Tyana, Niğde) kadar ilerledi.   II. Murşil (1339-1306) saltanatının üçüncü ve dördüncü yıllarında Arzava üzerine   yürüdü ve Kral Uhhazitiş ve oğlu Piyama-İnaraş'ı ağır bir yenilgiye uğratarak   bölgeyi tekrar Hititler'e bağladı.  
              Kuzeyde Kaşkalar, güneyde ise Arzavalılar'la olan uzun süreli ve   yıpratıcı mücadeleler Hititler'i zayıf düşürmüştü. M.Ö. 1220 yılında başa geçen   III.Arnuvandaş zamanında çıkan Arzava isyanları bastırılamaz hale gelmişti.   Boğazköy (Hattuşaş) tabletlerinde hiç anılmamasından çok ani gerçekleştiği   anlaşılan Ege Göçleri hem Hititler'in, hem de Arzavalar'ın sonunu getirdi. Bu   yıkıcı göç dalgası hakkındaki bilgileri, göçü gerçekleştiren kavimleri “deniz   kavimleri” olarak anan Mısırlılar'ın kayıtlarından ediniyoruz. XX. Sülale   firavunlarından III. Ramses zamanında, M.Ö. 1194 yılında yazılmış olan bir   stelde “...Hatti ülkelerinden hiçbirisi bunların saldırılarına dayanamadı. Kode   (Kadeş), Karkamış, Arzava ve Alaşiya tahrip edildiler...” ifadeleri yazılıdır.  
              Arzava krallığından sonra bölgede hiçbir zaman bir Pisidia   krallığı ya da konfederasyonu gibi tam bir siyasi birlik kurulmamış olması   nedeniyle bölgenin ne idari yapısı, ne de bölge şehirleri hakkında kesin bir   bilgimiz yoktur. Halkın tahkimatlı büyük şehirler ve onların etrafındaki bir çok   küçük köyde yaşadığı ve sadece tehlikelerle karşılaşınca birlik oldukları   düşünülmektedir.  
              Pisidia bölgesinin tarihi de Anadolu'nun bazı bölgelerinde olduğu   gibi Pers hakimiyetinin ortalarına kadar oldukça belirsizdir. Hitit   İmparatorluğu'na son veren Ege Göçleri sırasında Anadolu'ya geldiği düşünülen   Frigler'in hakimiyet sahasının Pisidia'nın batı kesimine kadar ulaştığı   anlaşılmaktadır. Herodotos'un eserinde anlatıldığına göre, M.Ö. 6. yüzyılın   Halys'in batısındaki kavimlerden Lykia ve Kilikia dışındaki hepsi Lydia kralı   Kroisos (Karun) tarafından yenilmiş ve toprakları ele geçirilmişti.   Lydialılar'ın bölgeye hakim olduğuna dair bundan başka kanıt bulunmamaktadır.  
              Lydia devletinin M.Ö. 546 yılında Persler tarafından yıkılmasından   sonraki Pers hakimiyetinin yaklaşık ilk yüz elli yılı içinde Pisidialılar'ın   ismine hiç bir kayıtta rastlanmıyor olması bu halkın bu dönemde başka bir isimle   anılıyor olması ihtimalini akla getirir. Pisidia şehirlerinden Termessos, Sinda   ve Ariassos'un bazı kaynaklarda Milyas şehirleri olarak da geçmesi tarihin bir   döneminde Pisidia'nın tamamının olmasa da güney-batı kesiminin bu isimle   anıldığını düşündürür. Herodotos Pers hakimiyeti döneminde bu bölgenin durumu   hakkında şunları yazar: “İonialılar, Asialı Magnesialılar, Aiolialılar,   Karialılar, Lykialılar, Milyaslılar ve Pamphylialılar dört yüz gümüş talentlik   vergilerini birlikte ödemekteydiler ve birinci satraplığı (nomos) meydana   getiriyorlardı.  
              Pisidia'nın geri kalanı hakkında Herodotos'un kayıtlarında   herhangi bir bilgiye rastlanmıyor olmasının nedeni yazarın tüm Pisidia'yı Milyas   olarak tanımlıyor olmasından ya da bölge halkının Persler'e vergi vermiyor   olmasından dolayı olabilir.  
              Pisidia adının geçtiği elimizdeki en eski kayıt M.Ö. 5. yüzyılda   batı Anadolu satrabı Genç Kyros'un büyük kardeşi Pers kralı II. Artakserkses'e   (M.Ö. 405-359) karşı yapacağı seferin hazırlıklarını anlatmaktadır.   Xenophones'in yazdığına göre Kyros bu seferin gerçek amacını gizlemek için,   Frigya'ya yağma akınları düzenleyen Pisidialılar'ı cezalandırma seferi   düzenleyeceğini bildirmiştir. Bu ifadeden Frigler ve Lydialılar gibi Persler'in   de bölgeyi tam olarak egemenlikleri altına alamadıkları anlaşılmaktadır.   Pisidia'ya girmeden seferine kuzeyden devam eden Kyros'un M.Ö. 401 yılında   Kunaksa'da Pers kralına yenilmesine rağmen bölgedeki Pers hakimiyeti   sarsılmıştı.  
              M.Ö. 334 yılında Hellespontos'u geçerek Anadolu'ya ayak basan   III.Aleksandros (Büyük İskender), Batı Anadolu'yu ele geçirip Lykia'da   hakimiyetini kabul ettirdikten sonra kuzeye yönelip Milyas'a ulaştı. Arrhianos   Milyas'ın alınışını şöyle anlatır: “... En şiddetli kış sırasında Milyas'a hücum   etti. Burası Büyük Frigya'ya aitti, fakat şimdi Büyük Kral'ın bir emri üzerine   Lykia vergi bölgesine katılmıştı...” Aleksandros, Pisidia'nın engebeli arazisini   aşıp Frigya'ya giderse aynı zamanda burada yaşayanlara da bir gövde gösterisi   yapmış olacağını düşünüyordu. Fakat Termessoslular tarafından kapatılmış olan   Yenice Boğazı'nı alıp Termessos şehrini kuşatana kadar bir kaç gün kaybeden   Aleksandros daha fazla zaman harcamamak için yoluna devam etti, fakat bu kuşatma   sırasında Termessoslular'ın ezeli düşmanı Selgeliler'in ebedi bağlılığını   kazandı. Pergeliler ve Selgeliler'in kılavuzluğuyla Sagalassos'a varan   Alexandros, bu şehri savaşarak aldıktan sonra Arrhianos'un anlattığına göre   diğer Pisidia şehirlerinin bir kısmını zorla, bir kısmını ise uzlaşma ile ele   geçirdi. Arrhianos'un bu ifadesiyle Aleksandros'un yolu üzerindeki Pisidia   şehirlerini kastettiği düşünülebilir. Bölgenin savaşcı ve özgürlüğüne düşkün   halkı engebeli arazi nedeniyle hafif silahlar kullandığından, iyi tahkim edilmiş   ve stratejik konumlu şehirlerine rağmen Aleksandros'un muhteşem Makedon   falanksına karşı koyamamışlardır. Aleksandros M.Ö. 333 yılında Lykia ve   Pamphylia satrabı tayin ettiği Nearkhos'a eyaletin tanzimi dışında Pamphylia ve   Pisidia'da alınamamış olan yerlerin zaptı görevini de verdi, fakat bu görev   yerine tam olarak getirilemedi.  
              Aleksandros'un ölümünden sonra M.Ö. 307'de Antigonos   Monophtalmos'un yönetimine giren Pisidia, M.Ö. 301 yılında İpsos Savaşı'nda   galip gelen Seleukoslar'a (Selefkiler) bağlandı. III. Antiokhos'u yenen Roma   tarafından Apameia Barışı (M.Ö. 188) ile Bergama kralı II.Eumenes'e verildi.   Augustus zamanında M.Ö. 25 yılında Roma'nın Galatia eyaletine dahil edildi ve bu   dönemde bölgenin önemli şehirleri olan Antiokheia, Kremna, Olbasa ve Komama   kolonileştirildi. Vespasianus döneminde M.S. 74 yılında Lykia ve Pamphylia ile   birlikte yeniden örgütlendi. Roma uygarlığının bölgeyi etkisi altına alması   başlangıçta çok yavaş olduysa da kentleşme II. yüzyılda hız kazandı ve bölge   Roma yapılarıyla donandı. M.S. 297 yılında Diocletianus'un düzenlemesiyle bölge   Lykia ile birlikte Diocesis Asiana adlı yönetsel bölüme katıldı. Bizans   döneminde ise bölge, Thrakesion ve Anatolikon themalarına bağlandı.  
              Ariassos, İsinda, Minassos, Orbanassa, Pednelissos, Talbonda,   Termessos gibi Anadolu'nun güneybatısında çok sık rastlanan -nd ve -ss son ekli   şehir, dağ ve nehir adları henüz çözülememiş olan Pisidia dilinin Luvice ile   olan akrabalığına işaret eder. Homeros'un İlliada'sı da dahil olmak üzere birçok   antik metinde adı geçen Solymler'in Pisidialılar olduğu düşünülmektedir. Bütün   halkların kökenlerini kendi mitolojilerine dayandıran Hellen geleneği,   Pisidialılar'ın adının ataları olan Pisides adlı mitolojik karakterden geldiğini   anlatır. Bu mite göre Pisides'in kızı Kaldene ile Zeus veya Ares'in evlenmesi   sonucu Solymos ve Milye doğmuştur. Solymos ve Milye Tremil'in (Termil) soyundan   gelen Kragos'la da akrabadır. Hellenler'in yarattığı bu mitler Pisidia'da   yaşayan Milyas ve Solymoslular'ın Lykia'da yaşayan Termiller'le akraba   olabileceğini düşündürür. Bu bölgelerde konuşulan Luvice izleri taşıyan diller   de bu halkların ortak atalardan gelmiş olduklarına işaret eder. Aynı zamanda   bölge halkları özgürlüklerine düşkün karakterleri açısından da birbirlerine   benzemektedirler.  
              Antalya ilinin kuzeyindeki dağlık bölgeyi içeren eski Pisidya   Bölgesi bugünkü Burdur ve Isparta ili topraklarını da kapsamaktadır. Pisidya'nın   tarihte siyasal bir önemi olmadığından Eskiçağ tarihçileri bu bölgeden pek sık   söz etmemişlerdir. Neolitik Çağ'da önemli bir kültür merkezi olduğu, Burdur   Hacılar'da yapılan kazılar sonucu anlaşılan Pisidya Bölgesi'nin bundan önceki   devirleri hakkında yeterli bilgi yoktur. Boğazköy tabletlerinden elde edilen   bilgilerden İ.Ö. 3000 yıllarında bu bölgede Hititler'in Luviler adını verdikleri   bir halk topluluğu yaşamaktaydı. Yine aynı yıllarda Pisidya'nın Hitit Devleti   ile savaşan Arzava Konfederasyonluğu'nun merkezi olduğu tarihçilerce ileri   sürülmektedir. Homeros, İliada Destanı'nda Pisidya'da oturan eski halkın   Likyalılar'la komşu olan Solymler olduğundan söz eder. Pilinius ise Solymus'un   Anadolu'da eski halk topluluklarından birinin kralının adı olduğunu ve bu   bölgede yaşadıklarını yazar. Strabon'a göre de Termessos‘un bulunduğu yerdeki   dağlara bu isim verilmişti. Termessos'ta halkın tapındığı Zeus Solmeios'un bir   tapınağı ile kent evlerinden birinde yine “Kurucunun Evi” olarak bir tapınak   daha vardır. Ancak daha sonraları Solymler olarak bir halktan hiç söz   edilmemektedir.  
              Strabon tüm Pisidyalılar'ın yağmacılık ve soygunculukla   geçindiklerini, özellikle güney Pamfilya ve Likya bölgelerine sürekli saldırılar   yaptıklarını yazar. Pisidya İ.Ö. 6. yy'da Lidya Kralı Kroisos'un Anadolu'yu ele   geçirmesi sırasında, bu bölgenin de onun egemenliği altına girdiği; ancak   içişlerinde bağımsız kaldığı sanılıyor. İ.Ö. 547 yılında Persler tarafından ele   geçirilen bölge, daha sonra Büyük İskender'in (İ.S. 334); onun ölümünden sonra   da generallerinden Antigonos'un yönetimi altına girmiştir. Antigonos'un İ.Ö.   301'de İpsos Savaşı'nda yenilmesiyle bir süre Selevkoslar elinde kalan bölge,   İ.Ö. 188'de Apameia Barış Antlaşması ile Bergamalılar'a geçti. Roma İmparatoru   Octavianus Augustus, Pisidya'da Kremna, Olbasa, Komama ve Antiocheia gibi önemli   sömürge kentleri kurdu. Daha sonra İ.S. 395'te Roma'nın ikiye ayrılmasıyla   Bizans'ın bir bölgesi oldu.  
              lbasa, Komama ve Antiocheia gibi önemli sömürge kentleri kurdu.   Daha sonra İ.S. 395'te Roma'nın ikiye ayrılmasıyla Bizans'ın bir bölgesi oldu. 
              PAMFİLYA BÖLGESİ 
              Hititler’den önceki, yani İ.Ö. 2. binden evvelki devirlerde bu bölgedeki durumun   ne olduğu hakkında şu ana kadar kesin bilgiler yoktur. 
                
              Ancak Türk Tarih Kurumu'ndan İ.Kılıç Kökten tarafından Antalya'nın   kuzeybatısında Yağca Köyü civarındaki Karain Mağarası'nda yapılan araştırmalarda   Paleolitik (Yontulmuş Taş) Devre ait çakmaktaşı aletlere, hayvan hatta insan   kalıntılarına rastlanmıştır. Aynı şekilde, Antalya'nın 25 km. batısında   keşfedilen Beldibi Mağarası, bölgedeki tarih öncesi devirlere ışık tutacak   niteliktedir. Yine bu bölgede bilinen, ancak daha araştırılmamış höyüklerin   yüzeyinde elle yapılmış, siyah ve kırmızı renkte çanak, çömlek kırıkları   bulunmuştur. Bu eserler, Antalya'nın kuzeyindeki, Göller Yöresi'ndeki höyüklerde   bulunan Paleolitik ve Bakır Çağı vazolarına benzediğine göre bu bölgenin, bu   erken devirleri de yaşadığı bir gerçek olabilir.  
              Bu tarih öncesi devirlerinden sonraki tarih devirlerinin ilk   evreleri hakkında elde aydınlatıcı bilgi yoktur. Ancak Hititler'in bütün Küçük   Asya'yı içine alan büyük bir krallık kurdukları ve 2. bin yılın son yarısında   Hitit yazılı belgelerinde sözü edilen Ahhiyava'nın (veya Arzava'nın) bu bölge   içinde olduğu ileri sürülmektedir.  
              Bölgenin Grek tarihi; diğer birçok yerde olduğu gibi, Truva   Savaşları sırasında başlamaktadır. Homeros'un İlyada Destanı'nda Plepolem ve   Sarpedon arasındaki bir konuşmada Sarpedon, Likya'nın öğütçüsü olarak   gösterilmekte, yine aynı söylencede Tydeoğlu Diodemes ve Hippolokoğlu Glaukos   arasında geçen bir konuşmada Glaukos, Likya'da Bellerofontes'in Chimera adındaki   doğaüstü bir yaratıkla giriştiği korkunç mücadeleden söz edildiğine göre, antik   kaynaklarca Truva'nın düşüşü olarak kabul edilen İ.Ö. 1184'ten önce bu bölgede   bir yerli halkın varlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ancak bu devirler ve   halkı hakkında yeterli bilgi olmadığı için bölgenin Grek Tarihi'ni Truva'nın   düşüşünden sonra başıboş bir grubun Anadolu'nun güneyine inerek çoğunluğunun   Pamfilya'ya geri kalan kısmının da Kilikya'ya geçerek oraya yerleştikleri tarih   olarak kabul edilen İ.Ö. 1100 olarak başlatmak gerekmektedir. Ancak bu kişiler   hakkında Perge'deki birkaç heykel kaidesindeki yazıtlar dışında belge   bulunamamıştır. Bunlar olsa olsa Perge kentinin sanal kurucuları olmalıdır.   Çünkü eski kaynakların bazıları, Kalchas'ın Mopsos'a karşı yaptığı bilgi   yarışmasında, yenilgisi sonucu üzüntüden daha Klaros'da öldüğü ve Pamfilya'ya   asla ulaşamadığını kaydetmektedir. Yine bazı kaynaklar Mopsos ve Amphilochos'ta;   onların Klikya'ya geçtiklerini ve orada Mailos kentini kurduktan sonra   aralarında anlaşmazlık sonucu bir düelloda birbirlerini öldürdüklerini   anlatmaktadır.  
              Pamfilya, “Irkların Ülkesi” anlamına gelmektedir. Böyle Grekçe   isimli bir bölge Küçük Asya'da çok azdır. Belki de bölgeye karışık ırklara ait   toplulukların yerleşmelerinden dolayı bu ad verilmiştir. Kentlerinin   kuruluşlarını sürekli mitolojik bir olayda aramayı gelenek haline getiren   Grekler, Pamfilya isminin Mopsos'un kızı Pamphilia veya üvey kız kardeşi   Pamhyle'e bağlayarak verilmiş olduğu savını benimsemişlerdir. Buna karşılık   Plinus, Pamfilya'nın eski adının Mopsopia olduğunu bildirmektedir. Fakat   Pamfilya'nın halkları tarafından bırakılan eserler, özellikle Mopsos'a ait   olanları bunu doğrulamaktadır. Buradaki gerçek kendini sikkelerde ve taş   yazıtlarda gösterdiği gibi, Pamfilya'daki Grek Ağzı, Dor göçünden önceki Atina   ile sıkı bır ilişki göstermektedir. Truva Savaşları'ndan yüz yıl sonra gelen,   Yunanistan'ın büyük bir bölümüne yayılan ve Pelepones'i egemenliği altına alan   Dorlar, kendi ağızlarını da beraberlerinde getirmişlerdir.  
              Yunanistan'dan gelen bu ilk göçü, sonraları ikinci bir göç   izlemiş; Yunanistan ve Küçük Asya'nın batı kıyılarında İyonya ve Aiolis adını   taşıyan bölgelerde oturan Grekler, Pamfilya'ya doğru etki ederek Perge, Aspendos   ve Side gibi sömürge kentlerini oluşturmuşlardır.  
              Yukarıda Pamfilya Ağzı'ndan söz edilmişti. Aslında eldeki   bilgiler, İ.Ö. 200 yıllarına ait Sillyon'daki kapı desteklerinin üzerindeki tek   uzun bir yazıttan doğmaktadır. Perge, Aspendos ve Sillyon'da aynı tarihlerde   özel adlar dışındaki form ve harflerde aynı özellikler görülmektedir. Bu da bize   İ.Ö. 2.yy'a kadar bu üç kentte ortak bir ağzın konuşulduğunu göstermektedir.   Yalnız Side buna uymamaktadır. Side'de henüz çözülememiş bir dil ve alfabe   kullanılmıştır. Büyük İskender'in bu bölgeleri ele geçirişinden sonra, buralarda   konuşulan bölge ağızları yavaş yavaş kaybolmuş ve yerini “Koine” olarak   adlandırılan Grekçe'ye terk etmiştir.  
              Grekler'in Antalya bölgesine yerleşmesinden sonraki 500-600 yıl,   adeta bir karanlık devri oluşturur. Edinilen kısa bilgiler, bu yıllarda meydana   gelen olayları ayrıştırmaktan uzaktır. İ.Ö. 6. yy'dan başlayarak Lidya kralları   topraklarını Batı Küçük Asya'ya kadar genişletmek istemişlerdir. Bu krallardan   sonuncusu olan Krezüs, herhangi ekonomik fayda görmediği Likya ve Kilikya   dışındaki bütün toprakları ele geçirmiştir. İ.Ö. 546'da Krezüs, Pers Kralı Kyros   tarafından yenilince, bütün Lidya Krallığı Persler'in eline geçmiştir. Pers   Kralı 1. Dairus tarafından gerçekleştirilen Satrap'lık bölüşümünde bu bölge, 1.   Satraplığın içine alındı. Aspendos, Side gibi bazı kentlerin sikke basmayı hala   sürdürmüş olmaları, Pers egemenliği altında bu kentlerin oldukça geniş anlamlı   bir bağımsızlığa sahip olduklarını göstermektedir.  
              Kral Darius'un İ.Ö. 490'da ve on yıl sonra da Xerxes'in   Yunanistan'da yurtlanma girişimlerinde Persler, bu bölgelerden de asker   toplamışlardı. Heredot'un abartmalı sayıları ile 1.700.000 kişi olarak sandığı   Xerxes'in ordusuna Pamfılyalılar Grek stilinde donanmış 30 parça gemi ile   katılmışlardı. Tarihçiler onları Kalchas ve Amphilochos un torunları olarak   belirtmektedirler.  
              Kendi yurttaşlarına karşı savaşmak zorunda bırakılan   Pamfilyalılar'ın, önemsiz bir bağlaşık olduklarına dair Kana Kraliçesi Artemisia   Xerxes'e uyarıda bulunmuştu. Büyük bir olasılıkla, onlar da gerçekte isteyerek   bu işe girişmemişlerdi. Bu nedenle savaş sırasında Pamfilyalılar'a ait herhangi   bir başarıdan söz edilmemektedir.  
              Persler İ.Ö. 479'da Grekler'i, Salamis ve Plataia'da toplu kırım   halinde yenmişlerdi. Bu olay, Ege'de ve Anadolu'nun batısında yaşayan bütün   kentleri, Atina yönetiminde kurulan bir Attika-Delos Birliği'ne katılmaya   zorladı. Yalnız güney kıyılarındaki Likya, Pamfilya ve Kilikya buna katılmayıp,   sürekli Pers askeri birliklerini kentlerinde bulunduruyorlardı. Xerxes İ.Ö.   469'da Aspendos yakınlarında bir ordu toplamayı başarmış ve aynı yıl içinde   Atina Komutanı Kimon, güney sahillerinde başarılı savaşlara girişmişti. Kimon,   Karla ve Likya'da Persler'in ellerinde bulundurdukları kentleri aldı ve onları   buradan çıkardı. Daha sonra Eurymedon Nehri ağzında (bugünkü Köprüçayı) karışık   düşman kuvvetlerine saldırdı. Uzun ve güç koşullarda karaya çıkarak, karadaki   düşman ordusuna saldırmak için geceyi bekledi. Pers donanması büyük bir   bozgunluk ve başıboşluk içinde olduğu için, Kimon bir savaş hilesini denedi. En   iyi adamlarına Pers esirlerinin elbise ve başlıklarını giydirdi ve onları Pers   esirleri görünümüne soktu. Böylece yağma edilen Pers gemilerine binen düzmece   Pers askerleri karaya çıktılar. Bunu gören karadaki Pers birlikleri, onları   serbest bırakılan savaş arkadaşları sandıklarından büyük sevinç gösterisi   yaparken, bu kez Kimon geride kalan askerleri ile arkasından atılarak, bir zafer   daha kazandı. Bir günde elde edilen bu çifte zaferden sonra Kimon için Atina'da   adına bir heykel dikildi. Sonuç olarak Pers tehlikesi ortadan kalkmış ve   güneydeki bazı kıyı kentleri Atina Deniz Birliği'ne katılmıştır.  
              Pelepones Savaşları'na kadar, bir yüzyıldan daha az süren   özgürlükten sonra, 356'da Persler, Ispartalılar'ın yönetimine geçmiş olan Attika   Delos Deniz Birliği'ni ellerine geçirdiler ve böylece barışa zorlanan Grekler,   Küçük Asya'daki bütün kentleri Persler'e vermek zorunda kaldılar.  
              Bu değişikliğin Pamfilya bölgesini nasıl etkilediği konusunda bir   şey söylenemez. Ancak Pers egemenliği altında Aspendos ve Side'nin daha önce   İ.Ö. 5. yy'da sahip oldukları, kendilerine ait sikke basımı için yeniden izin   koparmaları, Pers yönetiminin kolay dayanılabilecek nitelikte olduğu fikrini   vermektedir. Fakat Persler'in en çok önem verdikleri konu, vergilerin zamanında   ödenmesi olmuştur.  
              Perslerin bu ikinci egemenlik devri, Büyük İskender'in 334 yılında   Pers egemenliğini koparmak ve Grekler'in daha önce uğradıkları haksızlığın öcünü   almak üzere Küçük Asya'ya geçmesine kadar sürmüştür. Büyük İskender'in Batı   Anadolu'dan başlayarak güneye doğru inen seferinde, savunmalarını kendi orduları   ile yapan kentler fazla direniş göstermeksizin teslim oldukları için, kış   mevsiminde Büyük İskender direniş görmeden Likya'ya kadar sokuldu. Teker teker   kentlerin yönetimini eline aldıktan sonra, ilkbahardan önce Pamfilya'ya vardı.   Daha o devirde Antalya kenti kurulmadığı için Pamfilya içinde ilk durak Perge   kenti oldu.  
              Pergeliler kendisini dostça karşıladılar. Çünkü Pergeliler daha   önce Likya'da kendisine rehberlik etmişlerdi. Büyük İskender, buradan doğuya   doğru ilerlerken yolda Aspendoslular'ın elçileri ile karşılaştı. Elçilerin   söylediklerine göre, Aspendos kendisine direniş göstermeyecekti. Ancak istekleri   Aspendos'ta bir Makedonya Askeri Birliği bırakılmaması idi. Büyük İskender   isteklerini onayladı; fakat buna karşılık ordusuna sürekli Pers kralına   gönderdikleri atlarla 50 adet altın talent (1 Talent= 30,2 Kg) vergi şart koştu.   Elçiler bu koşulları kabul ettikleri için Büyük İskender Aspendos'a uğramadan   Side'ye doğru yoluna devam etti.  
              Side'de hiçbir direnişle karşılaşmayan Büyük İskender, bundan   sonra Büyük İskender, tekrar batıya, Sillyon'a yöneldi. Burada ilk kez bir   direnişle karşılaştı. Hazırlıksız yaptığı bir saldırıdan sonuç alamayınca,   ikinci bir saldırı hazırlığı içinde iken, Aspendos'tan hoş olmayan birtakım   haberler kendisine ulaştı. Aspendoslular, elçilerinin kabul ettiği koşulları   yerine getirmekte ikirciklendiklerinden başka, bütün varlıklarını Akropolis'e   taşımışlar; kalelerinin yıkık bölümlerini onararak, direniş için her şeyi   hazırlamışlardı. Büyük İskender Sillyon'u ele geçirmekten vazgeçerek, bütün   ordusuyla Aspendos üzerine yürüdü ve kentin aşağı mahallelerini ele geçirerek,   asıl kentin bulunduğu Akropolis'i kuşattı. Aspendoslular, Büyük İskender'in bir   kez batıya yöneldikten sonra tekrar geriye dönmesini hiç olası görmemişlerdi.  
              Bugüne kadar Büyük İskender hiçbir yenilgiye uğramadığı için,   Aspendoslular korktular ve teslim olmayı en iyi sonuç olarak kabullendiler. Bu   yeni koşullara göre: Aspendos yıllık 100 altın talent vergi, her yıl Pers   krallarına 4.000 seçme at ve kentin ileri gelenlerinden bazıları rehin olarak   verecek, bir Makedonya askeri birliği kentte bırakılacak ve Büyük İskender'in   seçeceği bir valiye boyun eğilecekti. Aspendoslular bu koşulları kabul etmekten   başka seçenek bulamadılar.  
              Büyük İskender'in bu bölgeyi ele geçirmekteki amacı, Küçük   Asya'nın güney kıyılarını Persler'e karşı bir deniz üssü olarak kullanmaktı.   Sillyon'un ele geçirilmesinde fazla bir yarar görmeyen Büyük İskender, Sillyon'a   saldırmadan Perge'ye döndü. Büyük İskender'in Gordion'da Parmenion'un   yönetiminde ordusunun diğer bölümü vardı. Her ikisinin buluşma yeri Gordion   olarak kararlaştırılmıştı.  
              Büyük İskender'in generallerinden Ptolemaios'un raporlarından   faydalanarak bir kitap oluşturan Arian, “Yolu Termessos üzerinden geçiyordu”   diyor. Frigya'ya geçmek isteyen Büyük İskender için bu yol ne kolay, ne de kısa   idi ve ayrıca Termessoslular tarafından kapatılan tehlikeli geçitlerden biri   olan Yenice Boğazı'nı geçmekte direndi. Acaba Büyük İskender bugünkü Burdur'a   giden antik yolu niçin tercih etmemişti? ‘Büyük İskender'in İzinde” adlı kitabı   yazan Freya Stark da bu duruma şaştığını, ancak Termessos'un soygunculuklarından   çok rahatsız olan ve ele geçirilmesini isteyen Pergeliler tarafından Büyük   İskender'in bu yanlış yola sevk edildiğini yazmaktadır.  
              Arian'dan, Büyük İskender'in geçitteki alt savunma yerlerini ele   geçirerek kenti almayı düşündüğü sırada, Selge'den bazı elçilerin gelerek ona   dostluklarını bildirdiklerini öğreniyoruz. Ancak onların Büyük İskender'e ne   anlattığı konusunda bilgi yok. Büyük bir olasılıkla, yanlış yolda olduklarına   dikkatlerini çekmiş olmalı ki, Büyük İskender kenti almaktan vazgeçerek doğru   Sagalassos'a ilerledi. Bu arada Büyük İskender'in -akla yakın olarak- kenti ele   geçirmek istediği ve bunu başaramadığı duyumlarını da dikkate almak gerekir.  
              Bu bölge, İ.Ö. 323'te Büyük İskender'in genç yaşta ölümü ile   ortaya çıkan ve geniş bir imparatorluğu parçalamak yolunu izleyen   generallerinden Antigonos'un yönetimi altına geçmiştir. Fakat Antigonos'un   yenilgisi ve ölümü ile sonuçlanan İpsos Savaşı'ndan sonra (İ.Ö. 301) Antalya   bölgesi Selevkoslar'ın Asya Krallığı ile Ptolemaislar arasında sık sık el   değiştiren bir bölge olmuştur.  
              Suriye Kralı III. Antichios'un Romalılar tarafından yenilmesiyle   İ.Ö. 189 yılında Romalı komutanlardan Manilius Pamfilya'ya gelmiş ve bazı   kentlerden haraç almıştır. 188 yılında imzalanan Apameia (Dinar) Barış   Antlaşması'ndan sonra bu bölgenin, Roma'nın yandaşı Bergama Krallığı'na   bırakılıp bırakılmadığı kesin olarak bilinmiyor. Ancak bir süre sonra   Pamfilya'nın batısı (bugünkü Antalya Kenti) Bergama Kralı Il. Attalos tarafından   ele geçirilmiştir. Bazı kaynaklar Manisa Savaşı'ndan sonra Pu parçalamak yolunu   izleyen generallerinden Antigonos'un yönetimi altına geçmiştir. Fakat   Antigonos'un yenilgisi ve ölümü ile sonuçlanan İpsos Savaşı'ndan sonra (İ.Ö.   301) Antalya bölgesi Selevkoslar'ın Asya Krallığı ile Ptolemaislar arasında sık   sık el değiştiren bir bölge olmuştur.  
              Suriye Kralı III. Antichios'un Romalılar tarafından yenilmesiyle   İ.Ö. 189 yılında Romalı komutanlardan Manilius Pamfilya'ya gelmiş ve bazı   kentlerden haraç almıştır. 188 yılında imzalanan Apameia (Dinar) Barış   Antlaşması'ndan sonra bu bölgenin, Roma'nın yandaşı Bergama Krallığı'na   bırakılıp bırakılmadığı kesin olarak bilinmiyor. Ancak bir süre sonra   Pamfilya'nın batısı (bugünkü Antalya Kenti) Bergama Kralı Il. Attalos tarafından   ele geçirilmiştir. Bazı kaynaklar Manisa Savaşı'ndan sonra Pisidya Bölgesi'nin   de Bergama Kralı Eumenes'e bırakıldığını bildırmektedir. Fakat çok kuvvetli ve   savaşçı olan Pisidya kentlerinden Selge'nin bu yönetim değişikliğini kabul   etmediğini ve Il. Attalos'un İ.Ö. 158 yılında Selge'ye başarısız bir saldırıda   bulunduğu bilinmektedir. Ne var ki, Il. Attalos'un dikkatli bir politika   yürütmesi gerekiyordu. Çünkü egemenliklerini bir zamanlar Manilius'tan para   karşılığında satın almış bulunan kentler Roma'nın koruyuculuğu altında idi. Bu   nedenledir ki, Il. Attalos Romalılar için önemli bir liman kenti olan Side'yi   almaya cesaret edemedi ve kendi adıyla adlandırdığı -bugünkü Antalya- yeni bir   liman kenti kurmak zorunda kaldı.  
              Son Bergama Kralı Il. Attalos İ.Ö. 133'te çocuksuz ölünce, Bergama   Krallığı “vasiyet” yoluyla Roma'ya geçti. İ.Ö. 129'da Küçük Asya Eyaleti'nin   kurulmasından sonra Pamfilya'nın, bu eyaletin yönetimine katıldığı   bilinmektedir. Böylece bu bölgenin, gittikçe büyüyen deniz korsanlarının,   Roma'nın yararlarına karşı çıktığı günlere kadar özerk bir bölge olarak   bırakıldığı sanılmaktadır. 
                
              LİKYA BÖLGESİ 
              Likya, Anadolu’nun tarihi ve doğal zenginlikleri yönünden en ilginç bölgelerden   biridir. Eski devirlerde “Işık Ülkesi” olarak adlandırılan bölgede antik   kentler, doğa ile adeta iç içedir. 
                
              İ.Ö. 2. bin yılın başlarında bu bölgede, Doğu Akdeniz'de de   korsanlıklarıyla çevreye korku saçan Lukalar yaşamaktaydı. Ancak bu “Luka”   kelimesinin daha sonra Grekler tarafından Lykia olarak telaffuz edildiği   sanılmaktadır.  
              Likyalılar, Kadeş Savaşı'nda Hititler'in yanında savaştılar ve   İ.Ö. 7. yy'ın ilk yarısında yerel bir krallık kurdular. İ.Ö. 6. yy'ın   ortalarında Pers egemenliği altına giren Likya bölgesi, İ.Ö. 5. yüzyılda   Persler'e karşı oluşturulan Delos Birliği'nde yer aldı. İ.Ö. 334 yılında Büyük   İskender tarafından Persler'den kurtarılan bölge, bu kez İskender'in   generallerinin egemenliğine girdi. İ.Ö. 167'de Roma'nın tanıdığı bir ayrıcalıkla   özgürlüğüne kavuştu. Bu yıllarda Likya, Olympos ve Phaselis gibi kentleri   kendilerine üs yapan korsanlar tarafından yağmalandı. İ.S. 141 ve 240'taki   depremlerden büyük hasar gördü ve yine ortaya çıkan korsanlar, Likya kentlerinin   sonunu hazırladı. 7. yüzyılda başlayan Arap akınları sonunda bölge tamamen   önemini kaybetti. Bölgenin en önemli mimari eserleri, ahşap yapıların dış   yüzlerinin taklit edildiği kaya mezarlarıdır.  
              Likyalıların kendilerine özgü dilleri vardı. Bu dil, batı Grek   alfabesine benzeyen Likya alfabesi ile yazılırdı. Bugün Likya bölgesinde   rastlanan yazıtlar özellikle İ.Ö. 5. yüzyıldan kalmadır. Altısı ünlü, toplam 29   harften oluşan Likya alfabesi, Grek alfabesinde gösterilmeyen bazı seslere de   sahiptir. Uzun bir süre Likya dilinin Grekçe ya da Farsça'nın yakın akrabası   olduğu düşünülmüşse de, 1945'te Danimarkalı dilbilimci Holger Pedersen, Likya   dilinin Anadolu dillerine bağlı olduğunu ortaya koyarak bu görüşü çürütmüştür.   Bugün birçok dilbilimci Likya dilinin bir batı Luvi lehçesinden ortaya çıktığı   görüşünde birleşmişlerdir.  
              Heredot ise Likya ve Likyalılar hakkında, “Likyalılar'ın kökeni   eski devirlerde Grek olmayan halkın yaşadığı Girit'ti. Europa'nın iki oğlu olan   Sarpedon ve Minos tahtı ele geçirmek için mücadele etmişler ve galip gelen   Minos, Sarpedon'u ve taraftarlarını ülkeden dışarı atmıştı. Sürülen grup,   gemilere binip Asya'ya doğru hareket etmiş ve Milyasler'in topraklarına   yerleşmişlerdi. Milyas, o zamanlar Solymler tarafından işgal edilen ve bugün   Likyalılar'ın yaşadıkları ülkenin eski adıdır. Sarpedon'un krallığı zamanında   isimleri Termiller diye bilinirdi. Şimdi bile komşuları Likyalılar için bu adı   kullanırlar. Gelenekleri yönünden bazıları Giritliler'e, bazıları Karialılar'a   benzer. Fakat hiç kimseye benzemeyen bir töreleri vardır. O da babaları yerine   analarının adını kullanmalarıdır. Bir Likyalı'ya kim olduğunu sorun, size adını   annesinin, anneannesinin, büyük anneannesinin ve daha büyükanneannesinin ismini   söyleyerek cevap verir. Hür bir kadının bir köleden çocuğu olursa yasal sayılır.   Buna karşılık, toplum içinde ne kadar önemli bir yeri olursa olsun, hür bir   erkekle bir yabancı kadının veya metresinin çocuğuna vatandaşlık hakkı   tanınmaz.” demektedir.  
              Ancak son yıllarda yapılan arkeolojik ve epigrafik çalışmalar,   Likyalılar'ın İ.Ö. 2. bin başlarında Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya gelen ve   Akdeniz Bölgesi'ne yerleşen Indo-Germen kökenli Lukka kavimlerinden olduğunu   ortaya çıkarmıştır. 
                
              KİLİKYA BÖLGESİ 
              Dağlık Kilikya olarak adlandırılan ve Side’nin doğusunda kalan bölge, deniz   korsanlığı ve soygunculuk için uygun bir yerdi. 
                
              Romalılar'ın ilk başlarda bu olaylara aldırmamalarının nedeni,   Roma'da asil aile evlerinde ve köylerde çeşitli işlerde çalıştırılmak için çok   köleye gereksinim duymalarından ileri geliyordu. Çünkü Roma'da evinde üçten az   kölesi olan bir kişi fakir sayılırdı. Köle sahibi olmak her Romalı'nın övüncü   idi.  
              İlkçağda Greklerce “Kilikia” diye adlandırılan bölge, Çukurova'yı   ve Alanya'dan Mersin'e kadar uzanan kıyıları ve bunların arkasındaki Toros   Dağları'nın yamaçlarını içine alır. Grekler tarafından Dağlık ve Ovalık Kilikya   diye ikiye ayrılan bu bölgenin adı HititIer'deki adıyla Kizzuvatna idi. Kilik,   Grekçe'de korsan, çete anlamına geliyordu.  
              Anadolu İlkçağ tarihinin bilinmeyen dönemleri sonunda İ.Ö. 2.   binyılda ortaya çıkan bu adın, aynı yörede yaşayan Luvi halkı ile ilgili olduğu   sanılmaktadır. Kilikya Bölgesi'ne ait ve Antalya il sınırları içinde kalan   önemli Kilikya kentlerinin başında Alanya Kalesi'nden sürekli söz edilmektedir.   Alanya'dan Kaledıran çayına kadar uzayan kıyı bölgesinde birçok antik kent   kalıntısı vardır. 
                
              ROMALILAR DÖNEMİNDE ANTALYA 
              Antalya kenti, Bergama Krallığı’nın vasiyet yoluyla Roma İmparatorluğu’na   geçmesiyle (İ.Ö. 133), Romalılar’ın egemenliği altına girdi. 
                
              Bu tarihlerde bütün bu kıyılar korsanların elindeydi. İ.Ö. 79   yılında Roma İmparatorluğu, Pompeius'un komutasındaki donanma, korsanları   buradan temizledikten sonradır ki, egemenliğini bölgede tam olarak kurabildi.  
              İ.Ö. 167'den sonra Romalılar Delos Adası'nı “Açık Liman” olarak   açıkladılar. Bunun sonucu olarak, birden orada büyük bir esir pazarı oluştu.   Fakat korsanlar zamanla Romalılar'ın ticaret işlerine de karışmaya ve Küçük Asya   Eyaleti'nin kıyı kentlerini yakıp yıkmaya başladılar. Ünlü Markus Antonius'un   dedesi Markus Antonius bir filo ile bunlara saldırdı ise de, yeterli bir sonuç   alamadı. Buna karşılık korsanlar kızını esir ederek ondan öçlerini almakta   gecikmediler. Bu zaman içinde Romalılar Kilikya Eyaleti'ni kurdular. Bu Eyalet,   Pamfilya'yı da içine alıyordu. Bu ad herhalde hedef orası olduğu için   verilmişti. Çünkü Kilikya halk arasında; “Korsan Bölgesi” demekti.  
              Yeni eyaletin ilk valileri tam anlamıyla “vurguncu” idiler.   Bunlardan Dobella ve yardımcısı Verres halktan sızdırdıkları parayla kalmayıp,   Aspendos ve Perge'deki tapınak ve bınalardaki kıymetli eşyaları aldılar,   heykelleri söküp götürdüler.  
              İ.Ö. 88 yılında Pontus Kralı Mithridates bütün Romalılar'ı Küçük   Asya'dan çıkarmayıbaşardı. Ancak bu yönetim uzun sürmedi ve Augustus tarafından   bütün krallığı Küçük Asya'dan çıkarıldı.  
              Bu sırada deniz korsanlığı, yalnız Kilikya'da değil Antalya'nın   batı kıyılarında da hiçbir engel görmeden ilerlemişti. Deniz korsanlarının başı   Zeniketes adındaki korsan, Olympos kentini alarak oraya üslenmiş ve bütün   bölgeye egemen olmuştur.  
              İ.Ö. 78 yılında Roma tarafından görevlendirilen Servilius Vatia,   kendinden önce gelip geçmiş valilerin tam tersi idi. Bir deniz savaşında   korsanları yenerek Olympos'u ele geçirdi ve umutsuzluk içinde kalan Zeniketes   evini ateşe vererek ailesiyle birlikte intihar etti. Fakat bütün bu başarılara   karşın deniz korsanlarının kökü hala kazınmamıştı. İ.Ö. 67'de Pompeius büyük bir   yetki ile buralara geldi ve nihayet korsanlığı sona erdirdi. İ.S. 43'te   İmparator Claudius tarafından ülkenin tam bir kuruluşu yapıldı. Bu yıl içinde   şimdiye kadar bağımsız olan Pamfilya, Likya ile birleştirildi ve yeni eyaletin   adı Likya-Pamfilya oldu.  
              Roma İmparatorluğu yönetimi altında bu bölge, İ.S. 2. ve 3.yy'ın   ilk yarısında çok büyük bir gelişme geçirmiş, kalıntıları bugün bile bizi   şaşırtan kentler gelişmişti. Özellikle uzun Pax-Romana (Roma Barışı) Devri'nde,   savaşların neden olduğu boşa giden harcamalar yoktu. Devlet ve devletten çok, ad   ve övünç yarışında olan zengin vatandaşların yaptırdıkları anıtsal binalarla   kentler süslenmişti.Özellikle bu gibi kentler sikkelerinin üzerlerine   “Bağımsız”, ”Roma'nın müttefiki”, “Pamfilya'nın Metropolis'i” şeklinde ve buna   benzer yazılarla adeta zoraki bir övünç oluşturmak uğraşısına girişmişlerdi.   Ayrıca imparatorlar adına özel bir izinle inşa ettirilen İmparator Tapınakları   ayrı bir övünç kaynağıydı.  
              Traian'dan Markus Aurelius'a kadar süren ve “İyi İmparatorlar   Devri” olarak nitelendirilen devirde, hayat standardının çok yüksek bir düzeye   ulaştığını burada belirtmek gerekir. Ancak 3. yy'dan başlayarak gerek çoğu Roma   imparatorunun yönetimdeki yetersizliği, eyaletlerdeki Roma otoritesini   kaybettirdi. Bölgenin kuzeyinde yaşayan halk, kıyılara vurgunlar düzenlediler.   Genellikle 3. ve 4.yy'lar Pamfilya için kötü devirler oldu.  
              İ.S. 395'te Roma İmparatorluğu ikiye ayrılınca, Antalya ve   dolayısıyla tüm bölge Bizans İmparatorluğu sınırları içinde kaldı. İ.S. 4.   yüzyılın başında Antalya'daki Hristiyan cemaati büyüdü ve Antalya bir Hristiyan   kentine dönüştü. İsmi bilinen ilk piskopos 342/343 yılında Antalya kilisesinin   temsilcisi olarak Serdica'daki (bugünkü Sofya) Synod'a (kilise konferansı)   katılan Pantagatus'dur. Bu devirde Antalya, Doğu Akdeniz'in en işlek limanıydı   ve doğunun kapısı olarak ciddi bir avantajı vardı. 4. yüzyılda eski Roma kenti   sur duvarları tamir edildi ve daha sonra kent, Hristiyanlığın Anadolu'da   yayılmasında rol oynayan, doğunun lüks malları (Baharat, tekstil, halı, kıymetli   taşlar, cam, metal işleri) için bir aktarma merkezi ve bir ara istasyonu haline   geldi.  
              Pamfilya Bölgesi, Bizans döneminde iki kilise eyaletine   bölünmüştü. Doğu Pamphylia Side Metropoliti'ne, batı Pamphylia ise Perge   Metropoliti'ne bağlıydı. Perge bu dönemde eyaletin politik merkeziydi. 6.   yüzyılda, Antalya, Perge'nin bu konuda en büyük rakibi idi. Antalya 541/542   yıllarında Suriye'den gelen veba salgınından büyük zarar gördü. Bu yıkıcı   salgınla kentte çok sayıda kişi hayatını kaybetti.  
              Kentte oturan küçük bir Yahudi topluluğunun Müslüman ülkelerinde   oturan Yahudi toplukları ile ilişkileri olması, ticareti büyük ölçüde   hareketlendirmişti. Bunun yanı sıra Antalya, Müslüman, Venedikli, Cenovalı   İtalyan, hatta İspanyol tüccarların kullandığı uluslararası bir ticaret merkezi   olmuştu. Bu sırada Antalya'da, sınırsız ticaret hakkı ve vergi muafiyeti vardı.   1083/1084 yılında kent piskoposluğu da İmparatorluk emriyle Antalya Kilise   Metropolisliği oldu ve bu andan itibaren Antalya, Perge/Sillyon   Metropolitleri'nin emrinden çıkmış oldu. Bunun sonucu olarak kent, daha da   gelişti ve parladı. 10. yüzyıla ait bir yazılı kaynakta İmparator   I.Konstantin‘in (306-337) bir sanat eserini Antalya'dan (Stelai) İstanbul'a   getirttiğinden bahsedilmektedir.  
              7. yüzyıl, Arap akınlarının ve İslamiyet'in yayılmasının   başlangıcı oldu. Bu akınlar, Antalya ve Pamphylia için ekonomik bir gerileme   getirdi. Bizans ve İslam donanmaları arasındaki Zatü'ş-Şenari Savaşı, 652'de   Antalya önlerinde yapıldı ve Bizans'ın yenilgisiyle sonuçlandı. Bizans   İmparatorluğu ardı ardına eski eyaletleri Mısır, Filistin, Suriye ve Kilikya'yı   Emevi Araplarına kaybedince, Pamphylia'dan önemli ölçüde kazanç sağlayan Akdeniz   ticareti çok zayıfladı. 9. yüzyıla kadar süren bu ekonomik ve politik karanlık   dönemde Antalya, diğer Myra, Perge Side, Kolonoros gibi kıyı kentlerine oranla   artan bir önem kazandı. Bununla beraber kent, diğer Pamphylia kıyı kentleri gibi   Araplar'ın deniz saldırıları tehlikesiyle karşı karşıyadır. İmparator III.Leon   (717-741) Arap saldırılarına karşı, Anadolu'yu askeri ve sivil güce sahip   başkomutanları olan büyük askeri bölgelere ayırdı. Antalya amiralliğin kurmay   karargahı ve eyalet merkezi haline getirildi. Bu karar geleneksel eyalet   merkezleri olan Side, Perge ve Myra'ya zor geldi. Bu kararın alınmasına çeşitli   nedenler rol oynuyordu. Side Limanı devamlı kumla dolmaktaydı, Perge 7. yüzyılın   başındaki bir depremle hasar görmüştü. Myra ve onun limanı Andriake, Antalya   kadar seyrüsefere (trafiğe) müsait değildi. Arap akınları 8.-.9. yüzyıllarda da   devam etti ve Anadolu'nun birçok antik kenti yerle bir edildi. Mardaiten   Hristiyan etnik grubu, 8 .yüzyıldaki Arap baskınlarının etkisiyle Lübnan Dağları   ve Amanos Dağları'ndan Pamphylia'ya göçtüler ve Bizans İmparatoru II. Justinien   tarafından Antalya'ya yerleştirildiler. Antalya kentinin 75 km. doğusunda   bulunan Side kenti de bir saldırı sonucu yakılıp, yağmalandı; canını   kurtaranlar, soluğu Antalya kentinde aldılar ve oraya yerleştiler. Terk   ettikleri yurtları Side'ye de “Eski Antalya” adını verdiler. Bu isim, 1970'Ii   yıllara kadar kullanılagelmiştir. Side adını ise; o zamanlar ancak birkaç   arkeolog bilirdi. Bugün bunun tersi oldu. Side adı neredeyse bütün dünyaca   biliniyor. “Eski Antalya” adını ise, hemen hemen herkes unutmuş gibi.  
              10. yüzyıla gelindiğinde Antalya'nın önemi daha da artmış ve   Antalya bu dönemde imparatorluğun önemli kentlerinden biri olmuştu. Kent, 904   yılında Suriyeli bir Arap donanması tarafından fethedildi ve binlerce vatandaş   köle olarak önce Girit'e sonra da Suriye'ye götürüldü. Yeni saldırılardan korkan   Bizans İmparatorluğu, Antalya'da yeni sur inşaatına girişti. 10. yüzyılın   ortasından itibaren Bizans İmparatorluğu'nun tekrar güçlenmesiyle Antalya tekrar   eski politik ve ekonomik önemine kavuştu.  
              Ancak 11. yüzyılın sonlarına gelindiğinde kentin durumu tekrar   kötüleşmeye başlamıştır. Malazgirt (1071) Savaşı'ndan sonra Anadolu yaylalarının   Selçuklular tarafından alınması ve Batı Anadolu'da küçük Selçuklu   hükümdarlıklarının kurulması. İtalya'nın İstanbul ile bağlantısını geçici olarak   zorlaştırmıştır. Bizanslılar ile Anadolu Selçukluları arasındaki politik   tartışmalar, Selçuklular'ın bu yöreye yaptığı seferle kentin ekonomik durumunu   zor durumda bıraktı ve tarlaların işlenmesi tehlikeye girdi. Kentin ihtiyacı   olan erzak deniz yoluyla getirilmeye çalışıldı ve idareciler, kenti   yaşanabilecek durumda tutmak için zaman zaman Selçuklular'a haraç bile ödediler   Antalya kentinin Türkler tarafından ilk alınışı, 860 yılında Türk Amirali   Karinoğlu Fazl'in kumandasındaki Müslüman donanması tarafından olmuştur. Ancak   kent, kısa bir süre sonra tekrar Bizanslılar'ın eline geçmiştir. Bu sıralarda   Selçuklu akıncıları, Bizans topraklarında at koşturmaktadır. İmparator Romanos   Diogenes büyük bir endişe içindedir. Bu akıncılara karşı koymak için doğu   sınırlarına hareket eder. Ancak 1071'de Malazgirt'te büyük bir bozguna uğrar.   Antalya, 1085'te Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından fethedilir.   Ancak Antalya, güneydenemli bir liman kentidir. Bizans İmparatoru Alexius   Kommenos 1103 yılında Antalya'yı tekrar ele geçirir. Bir süre sonra kent, tekrar   Türkler tarafından fethedilir. Bu fetihten sonra 1120 yılında kent, İmparator   Yuannis Kommenos tarafından geri alınır. Haçlı Seferi'nin orduları Ocak 1148'de   Antalya'ya girer. Türkler kuzeyde Toros Dağları'nın geçitlerinde Haçlı   ordularına saldırırlar Antalya'da yeterli sayıda dinç at noksandır. Bu nedenle   kıyı boyunca Antakya'ya gidiş tehlikeli olduğundan Kral Ludwig deniz yoluna   karar verir. Antalya, 87 yıl Bizans egemenliği altında kalır ve kent, 1182'de,   bir ara Il. Sultan Kılıçarslan tarafından kuşatılsa da ele geçirilemez. 1204   Nisanında Frank haçlı şövalyelerinin ve Venedikliler'in İstanbul'u fethetmeleri   ile, izole edilmiş Bizans kenti Antalya'nın, Bizans İmparatorluğu ile bağlantısı   tamamen kesilir.  
              Bir ücretli asker olan ve bir İtalyan aileden gelme Aldobrandini,   bu ayrılışı kullanır ve bir milis grubun başına geçer. Doğulu bir ailenin de   desteğiyle kenti ele geçirir. Böylece İmparator Balduin ve İstanbul'daki   Venedikliler'in Antalya mabet nişanını almalarını önler. Papa III. lnnozenz'in   1206 yılında Papalık fermanında bunu onayladığı belirtilse de bu Antalya'nın   gerçekteki durumunda etki yaratmamıştır. Antalya'da da artık hüküm sürmeye   başlayan Aldobrandini'nin limana gelen tüccarların mallarını yağmalaması ve   gemilerini müsadere etmesi, 87 yıl sonra, Sultan I.Gıyaseddin Keyhüsrev'in. 1206   yılında Antalya'yı tekrar kuşatmasını gerektirmiştir. Kaynaklara göre, sultanın   Antalya'yı fethe girişmesine, Mısır'dan dönen bazı Horasanlı tüccarların   Antalya'daki halk tarafından tutuklanıp soyulmaları ve daha sonra Kenya'ya   giderek bunları sultana anlatması neden olmuştur. Sultan kenti kuşatmaya   başlar, fakat 16 gün sonra araverir. Çünkü, o devirlerde Kıbrıslılar, Anadolu   sahilleriyle sıkı bir ticaret ilişkisi içindeydiler. Özellikle yiyecek   rnaddelerini Antalya'dan sağlıyorlardı. Bu nedenle kentin valisi Dobrandi   adındaki şahsın isteğine uyarak Antalya'yı sultanın kuşatmasından kurtarmak için   Kıbrıs'tan ağır silahlanmış 200 piyade askeri yardımcı birlik ile yardıma   geldiler. Gelenlerin başında Kıbrıs kralının varisi Gautier de Montbeliard   bulunuyordu. Sultan Keyhüsrev, kenti zaptetmekten vazgeçip, civardaki tepeleri   tutarak kenti kuşatmayı tercih etti. Kuşatma kısa sürede etkisini gösterdi.   Kentte sıkışıp kalan Rum halkı ile kentin idarecileri ve Kıbrıslılar arasında   anlaşmazlık çıktı. Bu durum, kentin 11 Mart 1207'de Selçuklu sultanına geçmesine   neden oldu.  
              Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, Antalya'yı fethettiği zaman,   Kıbrıs'tan gelen kuvvetlerin başındaki Gautier de Montbeliard'ı da esir etmişti.   Ancak sonradan onu affedip serbest bıraktı. Bunun üzerine bu kumandan, 1212   yılında Kıbrıslılar'ın yardımıyla Hristiyan halkı isyana teşvik ederek, Antalya   üzerine yeni bir sefer düzenledi ve kenti zaptederek kenti 4 yıl daha bağımsız   yaptı. Ancak bu istila uzun sürmedi. Sultan İzzeddin Keykavus, kenti savaşarak   1216 yılında kalıcı olarak geri aldı. Kentin Bizans tarihi böylece son buldu. 
                
              BİZANS DÖNEMİNDE ANTALYA 
              Hz.İsa’nın havarilerinden Aziz Paul’un ilk vaazını 44’ te Perge Antik Kenti’nde   vermesine karşılık, Hristiyanlığın Pamfilya’ya tam olarak yerleşmesi İ.Ö. 5.   yy’da başlamıştır. 
                
              Bizanslılar zamanında başlı başına eyalet kimliğini sürdüren   Pamfilya, önemini korumuş, Antalya özellikle çalışır bir deniz üssü ve ticaret   limanı olarak görev yapmıştır. İ.S. 7. yy'dan başlayarak meydana gelen Arap   akınları; Perge, Aspendos, Side gibi kentlerin sonunu hazırlamıştır.  
              11. yy.'ın sonlarında bölge, zaman zaman Selçuklular, zaman zaman   Bizanslılar tarafından ele geçirilmiştir. Son olarak I. Gıyaseddin Keyhüsrev   tarafından 1207'de yeniden Selçuklular'ın eline geçmiştir. 
                
              SELÇUKLU DÖNEMİNDE ANTALYA 
              Antalya, Selçuklular’ın eline geçtikten sonra ticari gelişmesi yönünden çeşitli   çalışmalar ve Venedikliler’ le ilk ticari anlaşma yapıldı. 
                
              Kentte kültürel tesislerin, camilerin inşasına başlandı. Önce   kaleler restore edilmiş ve bazılarına ekler yapılmış; ayrıca bazı bölümlerde   yeniden kaleler, köşkler, köprüler, camiler, türbeler, medreseler, imaretler ve   hanların yanı sıra Hadrianus Kapısı'nın kuzey tarafındaki kule Selçuklular   tarafından yeniden inşa edilmiştir. Bu arada rıhtım ve mendirekler yapılmış ve   bir de tersane kurulmuştur. 40 yıla yakın Emir-üs-sevahil'lik ve Atabeylik yapan   Ertokuş'dan sonra bu göreve Bahaddin Mehmet Bey tayin edildi. 1276 yılında   ölümünden sonra Ebülmeali Bedreddin Ömer onun yerine geçti.  
              Bizans imparatorları, Antalya'da Venedikli ve Cenevizli tüccarlara   ticari olanaklar sağlamışlardı. Selçuklular, batılı tüccarlarla kendilerinden   önce kurulmuş olan bu ilişkileri devam ettirdiler. Bu devirlerde Antalya   çevresinin çeşitli ürünlerinden başka, Anadolu'nun yünlü, ipekli ve sırma   işlemeli dokumaları, değerli halı ve kilimleri, Konya'nın şarapları, özellikle   Isparta taraflarındaki ağaçlardan elde edilen ve Avrupa pazarlarında boyama ve   yaldızlama işlerinde kullanılan adragan zamkı gibi birçok aranılan orman   ürünleri ve buna karşılık doğunun baharat ve buna benzer malları hep Antalya   limanından geçiyordu. Hatta Konya'ya demiryolu yapılıncaya kadar bu kent, Orta   Anadolu'nun Mısır ve Suriye ile ticaretine aracılık ediyor; limana yüzlerce   gemi, kente binlerce deve kervanı birbiri ardı sıra girip çıkıyordu.  
              Alaeddin Keykubat Alaiye'yi (Alanya) fethedince, Antalya bu önemli   limanın yanında ağırlığını yitirmedi; aynı parlaklığını sürdürdü. Sultan   Keykubat ve oğulları, Alaiye'de olduğu kadar, Antalya'daki saraylarında da kışı   geçirmekten hoşlanırlardı. Sultan Keykavus'un bu defaki zaptı, Antalya'nın   beşinci kez bir Türk kumandanı tarafından alınışıdır. Bundan sonra hemen surlar,   rıhtımlar onarıldı ve tersaneler kuruldu.  
              Artık bir donanma üssü olan Antalya, ayrıca Selçuklular'ın Akdeniz   donanmasının merkezidir. Bölge, “Melık'us-sevahıl veya Amır'us-sevahil' adıyla   anılan bir valinin idaresindedir. Halk bunlara, sadece Sahil Beyi” demekle   yetinmiş, bu kelime Bizans kaynaklarına “Salbeg” şeklinde geçmiştir. Antalya ve   Alanya, Selçuklu Devleti ayakta durduğu sürece çok önemli birer liman görevi   görmeye devam etmiş; Selçuklu hükümdarları Antalya ve Alanya'yı kışlık ikamet   yeri olarak kullanmışlardır.  
              Selçuklu Devleti'nin varlığının 1299'da sona ermesi sonucu, bu   bölge Hamidoğulları'nın ve daha sonra da Tekeli Oğulları'nın yönetimine geçmiş   ve I.Murat zamanında Osmanlılar tarafından Osmanlı ülkesine katılmıştır.  
              Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra Isparta ve Antalya   arasındaki topraklar Teke Aşireti'nin bir kolu olan Hamidoğulları'nın egemenliği   altına geçmiştir. 14. yüzyılın başlarında Antalya'yı ele geçiren İlyasbeyoğlu   Dündar Bey, burasını kardeşi Yunus Bey'ebırakmıştır.  
              Hamidoğulları, Selçuklular tarafından, Bizans sınırına   yerleştirilen bir uç beyliği idi. Beyliğin kurucusu Feleküddin Dündar Bey,   Hamid'in torunudur. Beyliğe, büyükbabasının adını vermiş, kurduğu beyliğin   sınırları, bütün göller bölgesini içine alacak kadar genişlemiştir.  
              Dündar Bey'in idaresindeki Hamidoğulları Beyliği, yüzyılın   başlarında o çevrede önemli bir rol oynadı. Bazı kaynaklara göre Dündar Bey'in   15.000'i süvari olmak üzere 30.000 kişiyi bulan bir kuvveti vardı.  
              İlhanlılar, Anadolu'yu egemenlikleri altına aldıkları zaman,   Hamidoğulları da onlara katıldı. Fakat İlhanlılar'ın, Anadolu Genel Valisi olan   Demirtaş, beylikleri yavaş yavaş yok etmeye başlamıştı. 1324 yılında Dündar   Bey'in üzerine yürüyerek onu Antalya'da sıkıştırdı. O sırada Antalya, Yunus   Bey'in oğlu Mahmud'un idaresinde bulunuyordu. Dündar Bey'in kardeşinin oğlu olan   Mahmud, Demirtaş'a yaranmak için amcasını Demirtaş'a teslim etti. Demirtaş,   Dündar Bey'i öldürttü ve beyliğin topraklarına egemen oldu. Antalya'yı da,   Dündar Bey'i kendisine teslim ettiği için Mahmud'a verdi.  
              Fakat, üç yıl sonra, 1327'de, Demirtaş, İlhanlı hükümdarına isyan   ederek Mısır'a kaçınca, Mahmud da Antalya'da tutunamadı. O da Mısır'a kaçtı.   Mısır'da Memluk Sultanı'nın huzurunda, amcazadesi, Dündar Bey'in oğlu İshak   Bey'le yaptığı bir tartışma sonunda hapsedildi.  
              İshak Bey, daha sonra Anadolu'ya döndü ve Mısır'ın egemenliğinde   beyliği yeniden bir düzene soktu. Antalya'da ise Mahmud'un kardeşi Hızır Bey   hüküm sürüyordu. Kaynakların bildirdiğine göre Hızır Bey, 12 kent ve 25 kaleye   sahipti. Hızır Bey, onun yerine geçen oğlu Sinaneddin ve daha sonra da Dadı   Bey'in zamanlarındaki olaylar bugün bilinmemektedir. Dadı Bey'den sonra Antalya   Beyliği'ne Mahmud'un oğlu Müberizeddin Mehmet Bey geçmiştir. 
                
              OSMANLILAR DÖNEMİNDE ANTALYA 
              1402 ’ deki Ankara Savaşı’nda Yıldırım Beyazıd ’ ın yenilmesi üzerine Osman Çelebi,   beyliği canlandırmak üzere yeniden harekete geçerek Korkuteli ’ ni ele geçirdi   fakat Antalya ’ yı alamadı. 
                
              1402-1415 yılları arasında Antalya'ya Karamanoğulları hakim   olmuştu. Tek başına kentteki Osmanlı kuvvetlerini yenmesi olanaksız olduğundan   Karamanoğlu Mehmet Bey'den yardım istedi (1423). Firuz Bey, Osman Çelebi'nin   Karamanoğulları kuvvetleriyle birleşmesine meydan vermeden, Subaşısı Hamza   Bey'le Korkuteli'ne ani bir baskın yaptırttı. Hamza Bey, hasta haliyle kaçamayan   Osman Çelebi'yi yakalayıp öldürdü. Bu sırada Antalya'yı kuşatan Mehmet Bey de,   kaleden atılan bir gülle parçasının isabetiyle ölünce yalnız Antalya değil.   bütün bu bölge Osmanlılar'ın eline geçmiş oldu. (1423).  
              Tekeoğulları'nın yüzyıl kadar süren egemenlikleri süresince Teke   Beyliği'nde büyük gelişme olmadı. En kudretli dönemlerinde sürekli   Kıbrıslılar'la savaştıklarından kültür alanlarında bir eser bırakmalarına olanak   olmadı. Ancak Teke yöresine yerleşen ve eski Türk gelenek ve göreneklerine sıkı   sıkıya bağlı olan Türkmen oymakları arasında Ahilik ve Bektaşilik yayıldı.   Özellikle Ahiler oldukça fazla bir taraftara sahip oldular. Ahiler, Tekelioğlu   Hızır Bey zamanında Antalya'da geniş bir örgüt kurdular. Hızır Bey'den sonra   Teke eline egemen olan Teke beyleri de bu bölgede birçok zaviye ve tekkeye   köyleri vakfettiler.  
              II.Beyazıt'ın devri sonlarında Şehzade Korkut, bu sancağın başında   bulunuyordu. Bugünkü Kesik Minare Camii'ni, kiliseden camiye o çevirtmişti.   Babası ölünce tahta çıkan kardeşi Selim (Yavuz) tarafından takip   ettirilerekKorkuteli'nde Osman Kalfalar Köyü yakınında saklandığı bir mağarada   yakalanarak Bursa'ya götürüldü ve orada öldürüldü.  
              Teke elindeki bir kısım halk 1511'de Şah İsmail'in adamlarından   Şahkulu Baba Tekeli ile birleşerek büyük bir isyan çıkardı. Şahkulu İsyanı'nın   aynı yıl içinde bastırılmasından sonra, Teke elindeki Şiiler ve Şahkulu   İsyanı'na katılanlar, Rumeli'ye sürgün edildiler. Bu sürgünler yüzünden Teke   elinde nüfus azaldı, kent ve kasabalar küçüldü. 16. yy'dan sonra, eski önemini   kaybeden Teke eli, daha sonraki yüzyıllarda sancak haline geldi. Il. Sultan   Mahmut zamanında (1813) Tekelioğlu Mehmet ve İbrahim Ağa'ların ayaklanmaları ise   sonuçsuz kalmıştır.  
              Antalya, Osmanlı İmparatorluğu yönetim örgütünde merkezi   Kütahya'da olan Anadolu Eyaleti'nin 14 sancağından (vilayetinden) birinin   merkezi olmuş ve sancağa Teke Sancağı adı verilmiştir. İmparatorluğun sonlarına   doğru 5 ilçeli Teke Sancağı, 1913 yılında Konya Vilayetine bağlanmış; bu   eyaletin beş sancağından biri olmuştur. O zamanlar toplam köy sayısı 549 idi.   Sancak toplam nüfusu 1890'da 224.000 kişi idi. Bunun 15.000 kadarını Yörükler   oluşturuyordu. Devlet arşivinde bulunan 1840 tarihli bir belgeden Antalya Kalesi   içindeki nüfusun çoğalması nedeniyle, sur dışında bir mahalle kurulması ve bir   kapı açılmasına (Bugünkü Yenikapı) izin veriliyordu. Daha sonra Antalya, 1913   ilkbaharında Teke Sancağı adıyla bağımsız bir mutasarrıflık oldu. Aynı yıl   İtalya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da, Antalya'da birer konsolosluk   açtılar. Cumhuriyet devrinde sancaklara “Vilayet” adı verilmiş ve Antalya ortaya   çıkmıştır.  
              Zincirkıran Mehmed Bey  
              Mübarizeddin Mehmet Bey, “Zincirkıran” unvanı ile anılan değerli   bir insandı. Mehmed Bey ömrünü Kıbrıslılar'a karşı mücadele ile geçirdi. Onun   zamanında, Antalya'nın kaybının acısını bir türlü unutamayan Kıbrıs Kralı   I.Pierre, 114 parçadan meydana gelen bir donanma ile ani olarak Antalya'yı   denizden ve karadan kuşattı ve bir gün sonra da Antalya'yı ele geçirdi. Kıbrıs   Kralı Pierre, bu sayede bir buçuk yüzyıl sonra şehri tekrar Türkler'den almış   oldu. Antalya'nın 1361-1373 yılları arasında Kıbrıs Krallığı'nın elinde   bulunduğunu, Paşa Camii'nin kuzeyinde fakat bugün yıkılmış olan bir kuledeki   yazıttan anlıyoruz. Yazıtta “Tanrı'nın yardımı ile güçlü Kıbrıs ve Kudüs   İmparatoru Petro 1361 yılında Ağustos'un 24'üncü gecesi olan Salı günü güçlü   askeri ile Antalya'yı aldı” denilmektedir.  
              Fakat Zincirkıran Mehmed Bey bu kayıptan yılmadı. Korkuteli'ne   çekilerek savaşa devam etti. Arada geçen yıllar içinde kuvvetlerini çoğalttı,   yetiştirdi. Her ne olursa olsun Kıbrıslılar'ı bu güzel limandan koymayı kafasına   koymuştu.  
              Mehmed Bey'in hazırlanması uzun bir zaman aldı. Tam on iki yıl   sabırla hazırlandı ve emek verdi. En sonunda, 1373 yılında Kıbrıslıları kentten   kovmayı ve Antalya'yı tekrar Türk egemenliğine sokmayı başardı. Bu, Antalya'nın   bir Türk kumandanı tarafından altıncı kez alınışıdır.  
              Zincirkıran Mehmed Bey'in zaferden sonra Antalya'ya girişi o kadar   görkemli oldu ki, bugüne kadar Antalya'da hiçbir kumandan bu kadar coşkuyla   karşılanmamış, bu kadar sevgiye ulaşmamıştı. Mehmed Bey, buna o kadar çok   sevindi ki, bir şükran ifadesi olarak cami yaptırmaya karar verdi. Bu isteğini,   kale içinde Yivli Minare Camii diye anılan camiyi, baştan başa tamir ve   iyileştirmek suretiyle gerçekleştirdi.  
              Zincirkıran Mehmed Bey, Antalya'yı kurtarışından sonra ancak beş   yıl yaşadı ve 1378'de vefat etti, Yivli Minare Külliyesi içinde gömüldü.   Mezarının üzerine planlı kümbet şeklinde bir türbe yaptırıldı. Mehmed Bey'in   ölümünden sonra yerine Osman Bey geçti. Osman Çelebi Bey, 1392'ye kadar   Antalya'da hüküm sürdü. Osman Bey, Çelebi Bey devrinde Tekelioğlu Beyliği'nin   eski gücü ve önemi kalmamıştı. Sultan 1.Murat 1387'de Karamanoğlu Alaeddin Bey'i   yenerek Beyşehir'e geldiği zaman, Tekeoğulları'nın çok zayıf durumda olması   nedeniyle, Teke üzerine sefer yapmaya gerek görmedi. Yıldırım Beyazıt 1390'da   Osman Çelebi'nin oğlu Mustafa Bey'in elinde bulunan Antalya üzerine yürüdü.   Mustafa Bey Mısır'a kaçtı ve kent Osmanlılar'ın eline geçti (1392). Antalya   Muhafızlığına Firuz Bey tayin edildi ve daha sonra Teke bir Şehzade Sancağı   oldu. 
                
              MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİNDE ANTALYA 
              Balkan Savaşı’nda yenilen Osmanlı İmparatorluğu, İtalyanlar’a bazı ayrıcalıklar   veren bir barış antlaşması imzalamak zorunda bırakılmıştı. 
                
              Bu antlaşmadan sonra ilk sivil İtalyan grubu, Rodos Belediye Başkanı ile   birlikte Antalya’ya geldi. O sırada Antalya kentinde, İtalyan uyruklu üç Rum,   iki Yahudi aile vardı ve bunlar haklarının korunması konusunda İngiliz   Konsolosluğu’na yetki vermişlerdi.  
                Önce İngiliz Konsolosluğu’na verdikleri   yetkiyi geri aldılar. Yeni yapılmış bir evi İtalyan Konsolosluğu binası olarak   kiraladılar ve üzerine bayraklarını çektiler.  
   
                Trablusgarp’ta İtalya ile   savaş devam ederken, Antalya Mutasarrıflığı’na Niğdeli Abdullah Sabri Bey tayin   edilmişti. Abdullah Sabri Bey’in ölmesi üzerine, yerine Burdur Sancak Beyi Kemal   Bey tayin edildi. İtalyanlar’ın Antalya’yı sömürgeleştirme isteklerinin ilk   işareti 19 Eylül 1329 (2 Kasım 1913) tarihinde bir okul açma girişimi ile   başladı. Sancak beyi bunu önlemiş ancak İtalyanlar, bu kez Cavalini adında bir   deniz yüzbaşısı getirerek, kadınlara ait bölümü de bulunan ve bugün Yenikapı   semtinde Dumlupınar İlkokulu’nun bulunduğu binada sekiz yataklı bir hastane   açtılar. Kendilerine resmi izin verilmemişti. Fakat Dr. Cavalini işi kılıfına   uydurarak, bunun şimdilik bir klinik olarak kullanılacağını belirtmiş ve hasta   yatırarak çalışmaya başlamıştı bile. Bunun arkasından, yine izin alınmadan bir   de okul açıldı. Sancak valisi, bu gelişmeler karşısında bir şey yapamıyor;   İtalyanlar ise, kapitülasyon hayalinden güç alarak, bu türdeki çalışmalarını   elden geldiğince arttırıyordu.  
   
                Bu sırada İtalyan Hastanesi, hem kadın   hem erkek hastalar alarak, ücretsiz ilaçlar vererek, alabildiğine çalışıyordu.   Ne yazık ki, o günlerde Antalya’da, tek resmi doktor; Belediye Doktoru Ispraki   Efendi’ydi. Halk çaresiz akın akın İtalyan Hastahanesi’ne koşuyordu ve bunu   engellemek olanaksızdı. Ayrıca Dr. Cavalini köylere kadar gidip hastalara   bakıyor, ilaç parasını bile cebinden veriyordu.  
                Öte yandan, çeşitli   alanlarda büyük bir çalışma devam ediyordu. Çok eski tarihlerde İtalyan uyruklu   iki kişi adına arama izni alınmış, fakat geçerliliği kalmamış, hattasahipleri   ölmüş maden yatakları üzerinde hak iddia etmek, sinema açmak, elektrik fabrikası   kurmak, demiryolu açmak vs… gibi şeyler yapılıyordu.  
   
                İtalyan Konsolosu,   yerel emniyet ve belediye zabıtası işlerine karışarak, küstahlığını daha da   ileriye götürmüştü. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması, cesur girişimleri   ile tanınan Sabur Sami Bey’in sancak beyi olarak gelmesi ve konsolosun aşırı   hareketlerine sert bir şekilde karşılık vermesi durumu değiştirdi. Konsolos,   doktoru ve başka İtalyanlar’ı da yanına alıp, haliyle bütün tesisleri de   bırakarak çekip gitti. 
                
              Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaştan kazançlı çıkan İtalyanlar’ın ilk   hareketi Antalya’ya tekrar pençelerini uzatmak olmuştur.  
                Antalya’nın ticari   ilişkileri, yalnız deniz yoluyla sağlanıyordu. Şeker, Trieste’den gemilerle;   manifatura ve benzeri Marsilya’dan, pirinç ve kahve Mısır’dan Arap gemileriyle   geliyordu. İstanbul ve İzmir ile arasındaki bağlantı; Yunanlı Yandelion, sözde   Osmanlı, aslında Rum Hacı Davut’un gemileriyle sağlanıyordu. Karadan Yörükler   aracılığı ile develerle Koçhisar’dan tuz getirtiliyordu. 
   
                1911 yılında   başlayan Trablusgarp Savaşı, deniz seferlerini sekteye uğratmış, hele 1914-1918   arası Fransız kruvazörlerinin ablukası yüzünden Antalya’nın dış dünya ile   bağlantısı tamamen kopmuştu. Kibrit çöpüne kadar her gereksinimini dış   ülkelerden sağlayan Antalya halkı da bu yüzden oldukça bunalmıştı. Halk bu deniz   yolunun biran evvel açılmasını gözler olmuştu.  
                Mondros Antlaşması’ndan sonra   bu yolu ilk kez Rodos’taki İtalyanlar açtı. Rodos Belediye Başkanı’nı da taşıyan   bir İtalyan gemisi Antalya’ya yanaştı. Başta giyecek maddeleri olmak üzere,   Antalya’nın pek çok ithal maddesine gereksinimi vardı. 
   
                Öte yandan, dört   yıldan beri boş olan Ticaret Odası Başkanı H.Ratip Osman Efendi’nin kiralık evi,   yine İtalyan Konsolosluğu olmuştu. İngiltere Konsolosluk binası ise, şimdiki   Özel İdare İşhanı’nın bulunduğu yerdeki zamanındaki binanın sahibi olan ve daha   sonraları sürgnedildiği İstanbul’da ölen İngiliz Konsolosu’nun varisi kız   kardeşinden kiralanmıştı.  
                O yıllarda Anadolu’nun dünyaya açılan iki kapısı   vardı. Karadeniz’de İnebolu ve Akdeniz’de Antalya. Her gün çok sayıda ticaret   gemisi gidip geliyordu Ve İtalyanlar birinci sıradaydılar.  
   
                1919 yılının   ilkbahar aylarında Antalya Limanı’nda bir İtalyan zırhlısı ile kıyıya kadar   sokulmuş bir İtalyan torpidosu günlerce bekliyor, zırhlının tahliye botları,   rıhtım ile er arasında mekik dokuyordu. Öte yandan; mütareke sonunda Antalya   sancağı gitmiş, yerine bir yenisi tayin edilmemişti. Hükümet, Sadrazam Damat   Ferit Paşa’nın elindeydi. Dahiliye Nazırlığı görevini ise, İbradılı ünlü Cemal   Bey yürütüyordu. Akka Defterdarı iken, Filistin’in kaybı üzerine Antalya   Defterdarlığı’na atanan İbradılı Bey’e (Talat Kişmir) Sancak Beyliği vekaleten   verilmişti. 
                
              CUMHURİYET DÖNEMİNDE ANTALYA 
              1923-1924’te Antalya’da nüfus, çoğu ahşap evlerde oturan 23.000 kişiden   oluşuyordu. 
                
              Arap, Girit ve Yunanistan göçmenleri de bulunmakla birlikte,   nüfusun büyük çoğunluğu Türkler’di. Osmanlı döneminden kalan Rumlar nüfusun   yaklaşık 1/3’ünü oluşturuyorlardı. Antalya’da ayrıca çok sayıda Yahudi ve Ermeni   yaşamaktaydı. Türklerin iki mezarlığı, bir hastanesi, on kadar okulu; Rumların   da metropolitleri, dört kilisesi, on iki çeşitli düzeyde okulu ve bir itfaiye   örgütü vardı. 
              Daha sonra 1925 yılında Atatürk’ün büyük gayretleri ile kentteki   Rumlar’ın yerine Selanik ve Girit Adası’ndan getirilen Türk göçmenlerle   “mübadele” yapılarak Antalya kenti Türkleştirildi. 1927’de Antalya’daki nüfus   Selanik ve Girit’ten gelen göçmenlerle ancak 17.373 idi. 
                
              ANTALYA'NIN KURULUŞ SÖYLENCESİ 
              Yaygın bir inanışa göre bundan 2000 yıl kadar önce Bergama Kralı II.Attalos en   gözde akıncılarından “yeryüzünün cenneti”ni bulmalarını istemişti. 
                
              “Gidin, bana bu yeryüzü üzerinde öyle bir yer bulun ki, bütün   kralların, bütün hükümdarların gözü kalsın. Öyle bir yer bulun ki, hiç kimse   gözünü ordan ayıramasın. Gidin bana yeryüzünün cennetini bulun.” diye   görevlendirmişti II.Attalos akıncılarını. Akıncılar, bu emirle işin zorluğunu,   bir anlamda olmazlığını bile bile yola koyulmuşlar, diyar diyar dolaşmışlar.   Haftalarca, aylarca dolaşmışlar ama, krallarının istediği gibi bir yere bir   türlü rastlayamamışlar. Ta ki, bir gün Çubuk Beli diye anılan yolu aşıp da,   yeryüzü cennetinin kapıları, Toroslar'ın eteklerinde, çamların arasından   Akdeniz'in büyülü bir akşamına açılıncaya dek!  
              Tepeleri karla kaplı Beydağları, el değmemiş ormanlarının   yeşilliği, batan güneşin tutuşturduğu gümüş kıyılar ve denizin o çivit mavisi,   soluklarını kesmiş Bergamalı akıncıların. Toroslar'dan aşağılara indikçe, dünya   cenneti bir ovanın rengarenk bereketiyle sarmalanmışlar. En sonunda bugünkü   Antalya kentinin bulunduğu yere geldiklerinde karşılarına çıkan eşsiz doğal   güzelliği karşısında cenneti nihayet bulduklarını düşünmüşlerdi. Buradan   dörtnala kalkıp Bergama'ya dönen akıncılar kralın huzuruna varıp “Emriniz üzere   cenneti bulduk!” demişlerdi. Kral Attalos akıncılarının “Cennet” dedikleri yeri   bir de kendi gözleriyle görmek istemişti. Akıncılar yine öne düşmüşler, Kral   Attalos arkalarından onları izlemişti. Bugünkü Antalya'nın bulunduğu yere   vardıklarında Kral Attalos da cennete geldiğini kabul etmiş ve burada derhal   büyük bir kent kurulmasını emretmişti.  
              Bu doğal güzellikler içinde Bergamalılar kısa zamanda görkemli bir   kent kurdular ve bu kente, Kral Attalos'un adına izafeten “Attaleia” adını   verdiler. Sonraları bu ad sırası ile “Stelai”, “Satalya”, “Adalya” ve “Antalya”   olarak değiştirildi.  
              Antik devrin coğrafyacısı Strabon, Antalya'yı şöyle anlatır:   “Phaselis'den sonra Pamphylia'nın başlangıcı ve büyük bir kale olan Olbia'ya ve   oradan, büyük hacimde ve sesi uzaktan duyulabilen, çok şiddetle yüksek bir   kayadan aşağı çarparak düşen ve Kataraktes olarak anlatılan nehre varılır.   Bundan sonra Attaleia kentine gelinir. Adını kurucusu Attalos Philadelphos'dan   almıştır. O, aynı zamanda büyükçe bir surla çevrilmiş küçük bir çevre kasabası   olan Korykos'a da bir koloni göndermiştir. Hem Thebe, hem de Lymessos, Phaselis   ile Attaleia arasında görülebilir. Kallisthenes'e göre, Trojalı Kilikyalılar'ın   bir kısmı Thebe ovasından Pamphylia'ya sürülmüşlerdir.” 
                
              ANTALYA'NIN ESKİ ADLARI 
              Bergama Kralı 2.Attalos, bölgenin yarısına sahip olduğu halde Side'yi almamış,   bir liman şehrine olan ihtiyacı nedeniyle kendi adıyla anılan ''Attelia''yı   kurmuştur. 
                
              Kentin bugünkü adının buradan geldiği bilinmektedir. Helenistik dönemde Arap   kaynaklarında kentin adı ''Antalie'' olarak geçmektedir. Bizans egemenliği   sırasında şehrin adı ''Pamfilya'' olarak da geçmektedir.  
                   
                Kent, Türk   tarihinde ise ''Adalya'' olarak bilinir. Türkler daha sonra kente Antalya adını   verirler.               
               |